27 Kas 2006

Dene-me Yanıl-ma

Bu cumartesi önceki cumartesilerden farklı bir aktivite yapmaya karar verdim. Yani ayık kafayla müziğimi dinleyip, kuru yemişimi yiyip, light colamı içip kenarda durup, kimseye bulaşmayıp, karizmatik bakışlarımla etrafı süzüp, müziğin doğal devinimi ile salınıp, fazla asortik hareketlerle kendimi rezil etmeyip, high tempo müziğe down tempo ritmlerle eşlik edip duracaktım. Fakat olmadı. Zaten cümlenin gidişinden olmayacağı belliydi, öyle değil mi? Bir birayla başladım: Corona. Lightest of all beers.

Corona'nın içine limon koymalarının nedeni limonun sineği biradan uzak tutmasıymış. Şimdiki mekanlarda kara sinek yok. Fakat yine de nedendir bilinmez barmenler biranın içine bir dilim limon koymaya devam ediyorlar. Sanki tadı daha güzel oluyor. Hayır olmuyor.

Şimdi ben geceye bu corona ile başladım. Ardından barda durmakta olan doritos çerez kabını gördüm. Dikkatimi celbetti. Birayla cips yemeyi denedim. Tadı hoşuma gitmedi. Bir boka benzemiyordu açıkçası. Dur dedim bir tane diet cola söyleyeyim. (önceleri light cola'nın ismi diet colaydı, sonradan sanırım bir takım olumsuz çağrışımlar yapıyor diye bunu light cola'ya çevirdi Coca-Cola Co. Fakat tadı aynı, ismi farklı sadece. Dolayısıyla Coca-Cola şirketi kimi kandırıyor hacım? Beni kandıramıyor. Ha diet kola demişsin ha light cola, istersen neşeli cola veya uykucu cola yaz, beni hiç etkilemiyor, istersen obez cola koy ismini helal-ü hoş olsun).
Bira, cola, bira, derken vodka redbul seansına bi tutuldum. Zıbam zıbam. 1-2 derken hafiften delirium tremens moduna doğru geçmeye başladım. Uy deliriyum da. Benim kafa oldu 1 YTL. Bi milyon yani. Sağa sola sırnaşma moduna hafiften geçiyorum artık.
Mekan kapanacak, sekssiz bir geceye bu bünyenin tahammülü yok. Fakat aynı zamanda seçici olan bu bünyenin böyle de bir açmazı var. Sözü fazla uzatmayayım. Benim durduğum yerdeki merdivenlerin başına siyah saçlı, siyah kazaklı, kotlu çizmeli filan kedi gibi, (ama taş bir kedi gibi) bir hatun geldi durdu. Bana bakıyor. Benim varsayımım bu şimdi benim için geldi.
3 seconds rule. Eğer target'la göz teması sağlarsan 3 saniye içinde hareket etmelisin. Spontane bir şekilde... ne söylediğinin o kadar önemi yok. Küfür etmemek lazım tabi...İlgilenmişse zaten konuşma devam eder. Etmezse ısrara gerek yok. 3 saniyen var. Yürü be aslanım. Ben bu 3 saniye kuralını kafamdan geçirirken, arada bir kaç dakika geçmiş olabilir. Ve yine ben kuvvetle muhtemel o süre zarfında, beton gibi kafayla mal gibi bayanı kesmiş olabilirim. Gittim yanına neyse. Hi dedim. Niye Türkçe konuşmadın sorusunun yanıtı birincisi pek Türk'e benzemiyordu. İkincisi sarhoşum. Üçüncüsü salağım. Dördüncüsü Türkse bile ingilizcemle etkilerim diye düşünüyorum.
Hi dedim, hi yanıtı geldi. Where are you from? I'm from Holland. Müzik, gürültü, alkolün de etkisiyle ben bu Where are you from sorumu dört kere tekrarlamak zorunda kaldım. Ona rağmen karşı taraftan üfffff manyağa bak, tandanslı bir tepki gelmeyince, sırayla hangi şehirdensin? Türkiye'ye geleli kaç gün oldu? Ne zaman dönüyorsun? Türkiye'yi sevdin mi? İlk gelişin mi? gibi her ecnebiye her Türk geyiğinin sorabileceği türden, conversation opener tadında sorular yöneltmeye başladım.
Sempatik bir insan olduğumdan mıdır, karşı tarafın anlayışlı olduğundan mıdır bilinmez karşılıklı güzel sohbet ediyoruz. Zaten Hollandalıların hastasıyım epeyden beri. Normalde hemen iltifata girişmem. Ama konuşmanın gidişatından aldığım cesaretle "you're so cute" u yapıştırmam gecikmedi. Benim çok şirinsin dememle, here comes my boyfriend cümlesini duymam arasında 1 saniye geçti, hemen tırsmış gözükmemek için hemen arkama dönmedim (omurilik soğanıma gelebilecek darbenin riskini alarak), I'm very sorry, I didn't mean to hurt you baby, all I wanna do is have some fun, have a nice and happy relationship gibi ipe sapa gelmez cümleler kurmağa başladım. Daha sonra arkama dönmemle zebellah gibi (allah sahibine bağışlasın allahın ayısı) erkek arkadaşını görmem bir oldu. Ben basamaktaydım, hatta ikinci üçüncü basamakta olabilirim. Erkek arkadaş (jean jacques annaud: ayı, bir sevgi filmi) merdivenin aşağısında olmasına rağmen bir şekilde kendisiyle yüzyüze geldik. Sinirlenmiş bir şekilde bana bakıyordu. Ulan zaten kimi sevsem el alır. Elin gavurundan da özür diledim. Bilmiyordum, erkek arkadaşı olduğunu filan, diye.
Ama allah var, herifçioğlu insan evladı çıktı. Ben dedim Hollandalıları severim, onlara yapılan yanlış bana yapılan yanlıştır. Alttan aldım. Hatta barış çubuğu tüttürelim diyecektim ama malum Hollandalıların barış çubuğu anlayışı bizimkinden biraz farklı. Ben en iyisi içki getireyim size ne içersiniz dedim. İyi niyetimin bir tezahürü olarak, sanki iki dakika önce manitasına asılan denyo ben değilmişim gibi. Eleman, bir bira bir tane de rom ve cola dedi. Barmene gittim, bir bira bir tane de cola söyledim. (Rom içeceğine ziftin pekini içsin eşşolueşşeko kadar da enayi değiliz herhalde.) Ses etmediler. Bunlarla biz ahbap olduk. Allahın ayısı dediğim eleman hem uzun boylu hem benden yakışıklı aslında. Kızla fazla göz teması kurmamaya gayret ettim. Ne olur ne olmaz, avrupalı hoşgörülü millet ama hoşgörünün de bir sınırı vardır. Olmalı. Alkolü bundan böyle ağzımla içmeliyim diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok: