Herneyse, blog olayı farklı. Günlük ve blog aynı şey değil. En azından benim açımdan. Aynı şeymiş gibi kullananlar olabilir. Kimse kendi blogum ekşi de demez ayrıca. Gönül isterdi ki, bir müzisyen olayım veya bir sanatçı, animatör, ekstra bir yeteneğim olsun, beste yapiim, şiir yaziim, söylediğim şarkıları yayınlayayım youtube'dan, buraya link'ler vereyim, en azından photoshop'la resim modifiye etmekten anlasam burayı dolduracak çok nefis deviant art'ımsı oluşumlar sergilerdim.
Fakat, hayat kısa sanat uzun. Benim sanata ayıracak hiç boş vaktim olmadı. Bir dönem sanatın toplum için olduğunu düşündüm. Sonra sanat sanat içindir diye düşünmeye başladım. Eğer sanat gerçekten sanat içinse o zaman sana söylemek istediğim en güzel söz henüz söylememiş olduğumdur sözü anlam kazanıyor. Birisine söyleyeceğimizi bildiğimiz, o kişinin beğenisi kaygısını taşıyan sözler olunca...bence, sözü söyleyen açısından anlamını yitiriyor. Beğeni kaygısı herşeyi bozuyor çünkü. Hayatta gerçek güzelliklerin ortaya çıkmamasının tek nedeni bu rating kaygısı bence. Hollywood bu yüzden ortalama beğeniye hitap eden filmlere bütçe ayırıyor, bu yüzden Hollywood'dan çıkan hiçbir film bizi şaşırtmayı başaramıyor. Bu yüzden bağımsız filmler insanı çok daha derinden etkiliyor. Yine bu yüzden popüler olan herşey ağzımızda keçiboynuzu gibi belli belirsiz bir tat bırakıyor. Bu yüzden popüler tatil mekanlarına gittiğimizde kendimizi Turist Ömer gibi hissediyoruz. Yabancılaşmamızın sebebi bu belki de. Üretim süreci ölçek ekonomisi denen naneye bu kadar önem verdiği müddetçe bizi tam kalbimizden veya tam beynimizden yakalayan herhangi bir ürün üretilmesi mümkün değil. Her ürün ortalama beğeninin, standart dağılımın, average mean'in, medianın esiri oluyor.
Nescafe üçü bir arada poşetleri gibi. Nescafe benim adıma kremayı, kahveyi ve şekeri karıştırmış. Benim adıma altın oranı bulmuş. Utanmadan piyasada bu ürünü satıyor. Belki ben kahveyi şekersiz içiyorum. Ama yok. Şekerli içmek zorundayım. Üstelik Nescafe'deki görevli ürün müdürünün veya gıda mühendisi her ne skimse o kişinin damak tadına uygun miktarda şekerli olarak içmek zorundayım. Niye? Gerekçesi de hazır. 1000 kişide lezzet testi uyguladık. Deneklerden 9900 küsür tanesi +/-99% güven aralığında (confidence interval) bu tadı tercih etti. Peki benim gibi o normıl distribüşın'ın uç noktalarına düşenler naapsın? (tails?) Neyse, Allahtan Starbucks var. Buzlu, decaffeinated, soya sütlü, triple espresso shot, no-cream, raspberry şuruplu grande Mocha Frappuchino içebiliyoruz. Starbucks'ın da allah 1000 türlü belasını versin. Veya vazgeçtim kaç çeşit türlü kahve üretiyorlarsa o kadar türde belasını versin.
İki ayrı uçta iki ayrı firma. Biri sizin yerinize sizin zevkinize uygun kahve karışımı satıyor. Diğerinde ise milyon değişik kombinasyon var, hangisini seçeyim diye insanlar kasada arpacı kumrusu gibi düşünmeye başlıyor. Paradox of Choice. Yaptığın her seçimin bir fırsat maliyeti var. Ve insan yaptığı seçimlerin fırsat maliyetlerini düşünmekten yaptığı seçimin keyfini çıkaramaz hale geliyor. Bu Paradox of Choice konusu, yani more choices mean more freedom, more freedom means more welfare, so more choices mean more welfare çıkarımının da artık geçerliliği sorgulanan bir konu. Başka bir zaman belki değinirim.
Nescafe ürün müdürlerine benim bu anlamda bir önerim olacak. Profesör Zihni Sinir gibi bir icat. Bir tane poşet düşünelim Nescafe üçü bir arada modeli. Yine konulan şeker, krema, kahve miktarı aynı olsun poşette. Ama poşet üç ayrı bölümden oluşsun. İsteyen hepsini döksün fincana isteyen şekerini az koysun, kremasını çok koysun veya kahvesini azaltsın. Miktar aynı miktar fakat sunum farklı. Belki de bunun patentini almalıyım. Belki de zaten yapılmıştır. İnternette aklıma gelen hangi fikri araştırdıysam bundan yüzyıllarca önce yapılmış olduğunu keşfediyorum. Geçenlerde dedim ki, şöyle bir ürün olsa mesela hem yürüsek hem müzik dinlesek. Aha walkman dememe kalmadı oha ipod dedim. Adamlar yapmış. He he! Durum bu kadar vahim değil. Ama gerçekten, bu gökyüzü altında söylenecek ne kadar söz varsa söylenmiş, düşünülecek ne kadar fikir varsa düşünülmüş, çekilecek ne kadar senaryo varsa filmi çekilmiş, gösterime girmiş ve hatta çok sevilmiş ikincisi üçüncüsü çekilmiş. Bize yaratacak ne kaldı? Diye düşünüp karamsar olursak işte o annnn...ben yaşayamam. İşte bu sözler de benim sözlerim değil Rafet El Roman'ın sözleri. Tabii onun da sözleri değil o da bir yerden alıyor bunları, götünden uyduruyor değil. Götünden uyduruyor olsaydı yazdığı sözler şuna benzerdi: zaaart, zoooart....zoo art? WTF? Bir yerlerde okumuştum, yaratmak ve kopyalamakla ilgili. Önemli olan nereden aldığın değil nereye götürdüğün müydü? Neydi? Yani kopyalamakta sıkıntı yok da sıkıntı yeni bir şeyler yaratmakta mı demek? Gaugin de "Art is either plagiarism or revolution" diyor. Yani sanatta yaptığın ya çalıntıdır ya da bir devrimdir. Rafet El Roman'a devrimci mi diyeceğiz hırsız mı?
Şimdi bu Rafet El Roman'ın genizden gelen bir aksanı ve komik telaffuzu, ayrıca ve bence ayıca sürdürdüğü Almancı naifliği, şarkıcı duygusallığı, kafaya geçirdiği emmi şapkası ve muşmula suratı bu kişiyi milyonların sevgilisi yapmaya yetiyor ve artıyorsa. Artık sanat sanat için midir? Yoksa a.k. sanat toplum için midir? Sorularını üretmemizin manası var mı? Neyi tartışıyoruz biz? Ben? Neyi tartışıyorum? Manyak mıyım lan bana ne Rafet El Roman'dan.
Bir zamanlar bir belediye başkanımızın bir heykel için ben böyle sanatın içine tüküreyim demişti. Haklıydı haksızdı tartışılır. Hatta tartışıldı da bu konu. Ve bir çözüme ulaşmadı. Kimileri haklıydı dedi. Kimileri haksızdı, sanattan anlamayan cahil, öküz, ortaçağ soytarısı, dingil gibi tabirler kullananlar oldu. Bu ve buna benzer tabirlerin bir kısmını ben de kullanmıştım. Fakat adamın halet-i ruhiyesini anlamak mümkün. Yani halet-i ruhiye kelimesini anlamak pek mümkün değil belki ama bir kişinin bir sanat eserini, bir ressamın tablosunu, bir heykeltraşın heykelini, bir berberin traşını eleştirirken kırıcı tabirler kullanmasını anlamak mümkün. O anlamda bazen ben de bazı sanatçılar için (çevreleri ve kendileri kendilerini böyle sınıflandırdığı için sanatçı diyoruz, aslında bu kadar ucuz değil sanatçı olmak) senin yaptığın sanatın içine tüküreyim, hatta üzerine oturup kakamı yapayım diyebiliyorum. Bir ses sanatçısı için bu söylediğim, senin ağzına sıçayım manasına geliyor olabilir. Ve gelsin de isterim esasen. Kimsenin benim bulunduğum ve kulak tıkacımın olmadığı ortamlarda çatlak sesi ve gerzek yorumuyla kulak zarımın kızlığını bozmaya hakkı olmamalıdır diye düşünüyorum. Ve hatta bir genelleme yaparsam, Türk halkının müzik zevkine gerçekten sıçmam gerekir.
Zevkler ve renkler tartışılmaz kisvesi altında yıllardır çektiğim cefanın haddi hesabı kalmadı. Tarihten kareler dün gibi aklımda, çarşı pazar gezerken bağırtılan türküler, sonuna kadar açılmış kolonlardan gelen oyun havaları, otobüs ve minibüs yolculuklarında, kanal değiştirmek için dahi yorgun argın koltuğa oturduğunda her nasılsa tv'da takılı kalan televolelerde, gökyüzünü kaplayan radyo sinyallerinin %95'inde, zorunlu olarak götürüldüğüm fasıl yemeklerinde, müziğe müdahale etme olanağımızın bulunmadığı ev partilerinde, bağda, bahçede, plajda, camide, kışlada, hayvanat bahçesinde, kapat şunu diye uyarmamıza rağmen inatla sesini açan komşuda, iş arkadaşında, arabada, caddede, mağazada şurada burada....Her yerde beynimizi sken anlamsız müzikler.
Neyse güzel güzel günlük yazarken sinirlenmenin anlamı yok. Ama gerçek de bu. Müzik ancak sessizlikten güzelse çalınmalı bence. Kimsenin sessizliğin güzelliğini bozmaya hakkı olmamalı. Enjoy the silence, diyerek bu yazımı noktalıyorum. Yazı bitti. Samimi söylüyorum. Okumaya devam eden açık ve net söylüyorum salaktır. Şimdi interaktif yazı yazıyorum ya, ne desem yine de okuyacaksın di mi? Bu kadar da şahsiyetsiz bir insan görmedim. Kardeşim yazı bitti diyorum. Yalan borcum mu var sana? Bitti. Bak bundan sonra ağır konuşacağım en iyisi mi sen paşa paşa uza bakiim. Yapma canım, yapma arkadaşım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder