11 Eyl 2007

Kompozisyon (İlkokul 3.sınıf)


Konu: "3 dilek hakkınız olsa ne dilerdiniz?"

Günümüzde çok dilek hakkımız olması çok önemlidir. Maalesef sevinerek bu hakkımızı kullanırız her zaman. Benim 3 dilek hakkım olsa 3 dilek hakkı daha isterdim.Elde var 6 dilek hakkı, 5 ile 3 er dilek daha dilesem 15 dilek hakkım daha olur. 15 dilek ile her istediğimi dilerim. Günah değilse Allah olmayı dilerim. Allah olduktan sonra dilek hakkım sonsuz kere sonsuz olur. Çok akıllı olurum. Maalesef her istediğimi yapabilirim. Kendime kasvetli bir yarış arabası yaptırırım. Onunla Antalya'ya gider dedemlerin elini öperim. Dedem bana torunum Allah olmuş der. Sevinir. Harçlık verir. Abime vermez, çünkü o arabaya kusan bir gerzek. Sonra dedem mezarlıkta zombileri öldürmeye gönderir beni. Hepsini yok ederim ışın kılıcıyla. Babamı da bisiklet almadığı için bir güzel döverim.

10 Eyl 2007

Kill Bill

What's Love Got To Do With İt(oğluit)


Oh whats love got to do, got to do with it
What`s love but a second hand emotion
What`s love got to do, got to do with it
Who needs a heart
When a heart can be broken

Tina Turner, isminin manasını soran bir gazeteciye "biz fırıldak değiliz" demişti. Gerçekten de Tina Turner benim gördüğüm en çirkin seksi kadındı. Adeta bir dönmeye benziyordu. Hence the name Tina "Turner". Tina Turner'ın sevdiğim üç tane şarkısı var. Bir tanesi bu what's love got to do with it, ikincisi addicted to love, üçüncüsü de Gesi Bağları. Ama sonuncudan pek emin değilim. Bedia Akartürk'ün bir türküsü de olabilir, Tina Turner'ın bir şarkısı da. Pek çok şey olabilir. Besi bağları da olabilir, hani hayvanları otlatıyorlar bağda filan. Neyse.

Tina Turner zenci bir kadın. Saçlar başlar dağınık, her saat itibariyle yataktan fırlamış gibi. Bacakları kaslı, at baldırı gibi bir takım uzuvları var. Çirkin mi dersen, eğer bu çirkin değilse kardeş çirkin kim o zaman? diye sorasım var. Çirkin mi çirkin. Fakat seksi mi seksi bir kadın. Kadınlar nasıl Deprem Profesörü Mete Işıkara'yı seksi buluyorlarsa, Okan Bayülgen gibi bir bayır turpunu bile seksi buluyorlarsa ben de Tina Turner'ı seksi buluyorum. (Bu arada bence depremden 15 saniye önce kişneyen bir küheylanın yarattığı katma değer Mete Işıkara'nın depremle ilgili bütün çalışmalardan daha fazladır ve bu iddiamı her türlü bilimsel ortamda kanıtlamaya hazırım.)

Seksi sanatçı kimdir? sorusu geliyor hemen aklımıza bu noktada. Seksi sanatçı kendisine yakışanı giyen midir? Yoksa dal taşşak dolaşan insan mıdır? Yiğidin malı meydandadır prensibiyle dolaşan baletler midir seksi? Seksi insan kendisiyle seks yapmak istediğimiz insan mıdır? Yoksa bir insanla seks yapmak istemesek dahi ona seksi diyebilir miyiz. Bence diyemeyiz. Özellikle bilhassa benim George Clooney'i seksi bulmam doğru olmaz mesela. Ama Angelina Jolie'ye seksi diyorsam eğer bilin ki, kendisine karşı niyetlerim tamamen halisanedir. Bugün bir Angelina Jolie kolay yetişmiyor. Birine çok seksisin demek, tabirimi mazur görün ama bence kibarca "ben sana kaymak istiyorum" demekten çok farklı değil. Yoksa kimse annesine, anneciğim bugün çok seksi görünüyorsun demiyordur veya baldızına seksi baldız nasılsın diyen birisinin aile ilişkilerinde düzeyi kaçırdığı konusunda sanıyorum tereddüt yoktur.

Bu minvalde, seksi sanatçıyı seks yapmak istediğimiz sanatçı olarak tanımlarsak eğer Tina Turner'ı seksi bulmam konusunda bir açıklama yapmak uygun düşer belki. Evet, Tina Turner'ı bir dönem şiddetle arzuladığımı burada yadsıyacak, öyle değilmiş gibi yapacak değilim. Fakat şimdiki aklımla baktığımda o dönemlerde çok da fazla seçici olmadığımı düşünüyorum. Ha şimdi Tina gelse ve "beni al" dese, ki Türkçe bilmediğinden "take me" veya "take me as I am" filan demesi beklenirdi. O an kendisini, "babannem yaşında kadınsın, yakışıyo mu senin gibi sanatçıya" diyerek ayıplarım. Fakat eskiden, bünyedeki testesteronun ve taşşaklardaki testisteronun etkisiyle olsa gerek traşlı maymunlara bile ilgi duyuyormuşuz. Ne acayip. What's love got to do with it? Nothing...

Starbak hele


1982 yılının serin bir sonbahar günüydü. Dedemle evde oturmuş tavla oynuyorduk. Henüz 6 yaşında olmama rağmen tavla oyunundan büyük bir keyif alıyor, bir şebek gibi, bir maymun gibi dedemi taklit ediyordum. Dedem kapı aldıkça ben de kapı alıyor, dedem pulumu kırdıkça ben de nispet onun pulunu kırıyordum. Tavlada mütekabiliyet esasını ben dedemden öğrendim.

Dedem tavla oyununu severdi. Bir de kahveyi. Kemikten yapılmış zarların tavlanın ahşap yüzeyinde çıkardığı seslere karışırdı kahvenin acı kokusu. Ve ben o yaşlarda yani 6 bilemedin 7 en çok ama 8 değil, kahveyle tanıştım. Dedem bak bu kahve dedi, sonra kahveye döndü bu da bizim torun dedi. Beni kahveyle dedem tanıştırdı. Kahve içtim ve aynı mitolojide veya efsanede, keçilerini otlatan çobanın kahve yiyip energizer tavşanına dönüşen keçileri gibi enerjim fazla geldiğinden zıplayıp durmaya başladım. Serde çocukluk var. Kahveyi fondiiüüürp diye höpürdettikten sonra hızımı alamayıp tavlayı da dedemin kafasına geçirivermişem. Hatta kahveyi içince mırra içmiş urfalılar gibin konuşmaya başlamışam gurban. Dedem pekmezini akıttığım için bana heç mi heç kızmadı. Torunum dedi bağrına bastı. Fakat oyunu ben kazandım diye mızıtıp bilyelerimi hacılamıştı. İnsan tuhaf, ne hoyrat.

O gün bu gündür, yani o gün 10 Eylül 1982'dü...Bugün de 10 Eylül 2007.. O gün bu gündür kahve içiyorum. Kahve içtim. İçerim de. Hatta şu anda içiyorum. Ve aklıma şu geldi. Viyana'ya kahveyi götürüp bırakan bizim atalarımız, bizim dedelerimiz, bizim ebelerimiz değil mi? Evet bizim atalarımız, bizim dedelerimiz ve bizim ebelerimiz. Kahveyi Avrupa'ya öğreten. Türk kahvesini icat eden Türkler değil mi, adı üstünde. Evet. Nasıl ki, Arnavut ciğeri arnavutların, Tekirdağ köftesi Tekirdağlıların ve Maraş dondurması Kahraman Maraşlılarınsa, Türk Kahvesi de Türklerin olmalı. Mantık bize bunu söylüyor. Aristo bize bunu söylüyor. Peki nasıl oluyor da, Seattle'daki bir kıçı kırık şirket çıkıp global dünyaya milyonlarca çeşit kahve satıp, milyarlarca dolar para kazanıyor. Şimdi, matematik ortada. Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı varsa, Starbucks'ın bir yılda sattığı kahve kaç yıllık hatır satın alır? Cevap: sıfır yıl. Çünkü bu şirket kahveyi bedava vermiyorki, ikram da etmiyor. Bunlar adama bedava günahını bile vermez. Kapitalist uşaklar, Seattle'da yumuşaklar. Bunlar bizden aldıklarını bize satıp, ülkenin ödemeler dengesini benim de psikolojik dengemi bozuyorlar.

Türkiye'de en işlek caddelerde, en pahalı kira bedellerini ödeyip dükkan tutuyorlar, sonra grande mi olsun venti mi olsun şeklinde kafa karıştırıcı bir takım sorularla, adımızı söyleyip "Hulusi bey, kahveniz hazır" diyerek empati yaratıp, sanki bizi tanıyorlarmış gibi davranıp ayak üstü alt tarafı 2 gram kahve ve 30 cl. sıcak su için dünyanın parasını alıyorlar. Buzlu kahve istersen bu kez dolduruyor bardağı ağzına kadar buzla, sen misin buzlu kahve isteyen diyerek geçiriyorlar ice latte'yi, frappüçinoyu. Üstüne krema ister misiniz Hulusi Bey, isterim diyorsan haşırt 3YTL, vanilya şurubu da olsun mu Hulusi? olsun, haşırt 3 YTL de oradan, yanında havuçlu kek de ister misiniz? Bilmem ki, istesem mi diye düşünürken. "Keki yersiniz havucu da arzu edersiniz kıçınıza sokarsınız, Hulusi Beyciğim..." şeklinde yönlendirmelerle sizi bir şekilde ikna ediyorlar. Olur, süngere benzeyen havuçlu kekten de yiyelim oldu olacak tam girsin. Borcunuz 21 YTL 25 krş. Sanki kahve içmeye değil Çakıl gazinosunda eğlenmeye gitmişsiniz gibi bir hesap çıkıyor karşınıza. Sonra sizin polaroid fotoğrafınızı, camekanda sergiliyorlar, kerizliğin belgesi olarak. En sevdiğimiz müşterilerimizden, Hulusi bey. Hafta içi, her gün sabahtan gelir, keriz gibi battal boy white mocha grande double shot ice frappucino ile skindirik keklerimizden yer. Sayesinde şirketimiz 2006 yılında 7.786 milyar dolar ciro yaptı. Bağdat caddesinin üzerinde 10 tane dükkan açtık önümüzdeki sene kısmetse 100 yeni yer daha açacağız. Bir de şuna dikkat ettim, starbucks'a ne sıklıkla gidersem gideyim oradaki baristalar (kendilerini bu şekilde adlandırıyorlar) on defa da söylesem, bin defa da söylesem adımı hatırlamıyorlar. Her seferinde de ısrarla soruyorlar. Ulan şerefsiz, samimi bir insan evladı olsan üçüncü bilemedin beşinci seferde Hulusi Bey hoşgeldiniz der, gönlünü alırsın insanın. Ben de derim ki, tamam belki boktan bir kahve için fahiş ücret alıyorlar ama en azından bir samimiyet var bir kadirşinaslık var. O da yok.
We don't sell coffee, we sell experience diyorlar. Çünkü biliyorlar ki kahve satıyoruz deseler, o fiyata o kahve olmaz. Adam mı skiyonuz derler. Fakat experience satınca gidip alıyoruz o experience'ı. Açıyoruz laptop'ımızı oturuyoruz kahve içiyoruz.
Modern insanın laneti de bu işte. Atalarımız savanlarda yaşadıkları dönemde, ateş peşinde götleri açık vaziyette koşarken, grande latte içemiyorlardı. Bu bir eksiklikti onlar için. Bugün çağdaş toplumlar bu açığı kapattı. Sonra biz Starbucks'ta oturmuş kahvemizi yudumlayıp laptopumuzdan reuters'ı takip ederken kriz çıktığını öğreniyoruz, alla alla neden çıkmış bu kriz diyoruz.
Son söz: Krizi kerizler yaratır.

6 Eyl 2007

Know Thyself



Bir aforizma da Delphi'deki Apollo tapınağından geliyor. Tapınağın girişinde yunanca gnothi seauton yazıyor. Latincesi nosce te ipsum.

Türkçesi, kendini bil kendi, sen bilmezsen kendini patlatırlar enseni...şeklinde olmalı. Veya kısaca "kendini tanı", "kendini bil".

Freemasonik örgütlenmelerde de sık sık karşımıza çıkan bir söz.



Hatta aynı isimli bir şiir var, Alexander Pope tarafından yazılmış;

Know then thyself, presume not God to scan;
The proper study of mankind is Man.
Placed on this isthmus of a middle state,
A being darkly wise and rudely great:
With too much knowledge for the Sceptic side,
With too much weakness for the Stoic's pride,
He hangs between; in doubt to act or rest,
In doubt to deem himself a God or Beast,
In doubt his mind or body to prefer;
Born but to die, and reasoning but to err;
Alike in ignorance, his reason such
Whether he thinks too little or too much:
Chaos of thought and passion, all confused;
Still by himself abused, or disabused;
Created half to rise and half to fall;
Great lord of all things, yet a prey to all;
Sole judge of truth, in endless error hurled:
The glory, jest, and riddle of the world!

Kişi teorik olarak gerçekten tüm manasıyla kendi duygu, düşünce ve davranışlarını, bunların sebebini, ahlak anlayışını, niye belli şekilde davrandığını, koşullanmalarını, açmazlarını, ihtiraslarını, tutkularını, sevgilerini, ihtiyaçlarını, ikilemlerini, kişilere ve şeylere yüklediği anlamları, anlamsızlıkları, inançlarını, inançsızlıklarını, umutlarını, korkularını, değer yargılarını, üzüntülerini, sevinçlerini, nefretlerini, merakını, sinirini, mutluluğunu, tiksinmelerini ve bütün bunların tüm kombinasyonlarından oluşan kaotik, kompozit ruh halini bir şekilde anlasa ve tüm bileşenleriyle analiz edebilse, kendini tanısa bu anlamda. Tüm insanlığı da tanıyabilir mi? Buradan yola çıkarak. Tanıyabilir diyorlar.
Bence %95 ila %98 oranında tanıyabilir. Ve bu söylediğimle ilgili olarak %97 oranında eminim. (Böylece hiçbir şey söylemiş olmuyorum.) Ama asıl olan sadece kişinin kendinden yola çıkarak diğerlerini tanıması değil. Diğerleri de bize kendimizle ilgili taraflarımızı gösterebilir. Moda insanın kendine yakışanı giymesidir bu anlamda. Metafizikle ilgili konularda konuştuğumuzda anlam manasını kaybediyor. Anlam manasını kaybediyor kadar anlamsız cümleler kurabiliyor insan. Metafizik konulara girip istediğin iddiayı ileri sürüp, sanki bilimsel konuşuyormuş gibi yapabiliyorsun aslında hiçbir şey söylemeden. Ama keyifli de olabiliyor düşünmek. O niye böyle düşünmüş, o nasıl düşünüyor, insan nereden geliyor, nereye gidiyor, hayatın anlamı ne?, allah var mı yok mu? varsa kaç tane? varsa cinsiyeti ne? cinsiyeti varsa cinsellik yaşıyor mu? gibi düşündükçe insanı belli inanç sistemlerine göre günaha sokan akıl yürütmelerin sonu yok.

Olaya metafiziksel değil fiziksel açıdan bakarsak her insanda hücrenin yapı taşını oluşturan DNA %99.9 oranında aynı. Sadece %0,01 oranındaki kısmı insandan insana farklılık gösteriyor. Diğer bir deyişle her hücremizde 3 milyar DNA çifti var ve bunun 2 milyar 997 milyon çifti aynı. Sadece farklı olan 3 milyon adedi. Ama yine de herkes birbirinden neden bu kadar farklı? Ben nereden bileyim neden farklı. Çift yumurta ikizlerinin DNA'sı 100% uyumlu mesela.
Fakat şu var, bugün bir makak maymunuyla benim aramda hücre anlamında %93 oranında ortak DNA yapısı varsa, ki var, bunu da şapkamızı önümüze koyup düşünmek gerekir. Diye düşünüyorum.

Aforizmalar

1-Ne aradığını bilmeyen bulduğunu anlayamaz. (Gerçekten bak böyle bir şey var)
2-Hayatta olmamız gerçekten mucize. (Allahın işine akıl/sır ermiyor.)
3-Mucizelere inanmam.(Ben)
4-Herkes kendi kaderini yaşar yarim. (Gülben Ergen)
5-Seveceğin bir iş seçersen bir gün bile çalışmış olmazsın.(Confucius, ooldu!)
6-Karşılaştığınız sorunları o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz.(A.Einstein)
7-Cahil insanı tartışarak mağlup etmenin imkanı yoktur.(Anonim)
8-Eğitim cehaleti alır, eşeklik baki kalır (Baki)
9-İnsanların güvenini kaybedeceğime para kaybetmeyi tercih ederim.(R.Bosch)
10-What does not kill you makes you stronger (Nietzsche)
11-Quod me nutrit me destruit (Angelina Jolie'nin göbeği. Beni besleyen şey aynı zamanda beni yok eder manasında. Hakikaten böyle bir şey var. Küçükken, bizim bacanağın eltisinin küçük oğlu vardı. İngiltere'de yaşıyorlardı ve sürekli sütle beslenen gürbüz bir çocuktu John. Hatta Eltin John diye esprisini de yapardık. Çabuk olgunlaştı John. 14 aylıkken çarşı pazar alışverişini yapmaya kendisi gitmeye başladı. 1. 5 yaşındayken süt kamyonunun altında can verdi. O zaman duymuştum bu deyişi. John için ironik bir son. Üstelik de kafiyeli.)
11-In the long run we are all dead (Keynes, yok ya!)
12-İlham kaynağım şu gördüğünüz boğaz. Bu deniz, öküze bile ilham verir(Serdar Ortaç, estafurullah)
13-Hiçbir şey yapmamak için herşeyi yaparım(Garfield)
14-Kadınlar güçsüz olana kendini bir ödül, güçlü olana bir eşya gibi sunar(Cesare Pavese)
15-İnsan insanın kurdudur. (Homo homini lupus)
16-Homini gırtlak püfüdü kandil, tumba yatak(Sezen Aksu)
17- I usually say, fuck the truth, but mostly truth fucks you.
18-Consumption of alcohol may lead you to believe that ex-lovers are really dying for you to telephone them at 4 in the morning. (İlginç dee mi?)
19- I have never in my life learned anything from any man who agreed with me. (Dudley Malone)
20-İnsanlar bazen kafalarında tasarladıkları renksiz ve manasız yeni kelimeleri kullanarak, öyle gereksiz karşı çıkışlar gösteriyorlar ki; sonunda anlam sözü yönetmesi gerekirken, söz anlamı yönetir hale geliyor. (Francis Bacon)
21-Some people say I don't have a vision. I just don't see that (George W. Bush)
22-Belki de bu dünya başka bir dünyanın cehennemidir. (Aldous Huxley...ama Türkiyemiz bir cennet Huxley abi...)
23-Ciddiyet sığlığın tek sığınağıdır (Oscar Wilde...laubalilik de derinliğin tek şeysidir de mi Oscar abi?)
24-Denenmişi denemek aptallıktır.
25-Denenmişi denemek de akıllılıktır. (Volkan abi)
26-Excuses are like assholes Taylor. Everybody's got one. (Sgt.O'Neill, Platoon filminden)
27-It's ok to be different...just don't lose yourself in the process.
28-Simplicity is the ultimate sophistication-Leonardo da Vinci.

more to come...

3 Eyl 2007

Pöfomıns

Yaklaşık 1 aydır blog mlog hak getire. En son geçenlerde bir yerde karşılaştığım ufak bir anketimsi blog tuttuğumu yeniden anımsattı. Soru şu:Hiç günlük tuttunuz mu? Tutmadım. Tuttum. Tutmadım aslında. Yok tuttum tuttum. Tutuyorum dedim lan! Günlük dediğin blog değil mi? Eskiden hevesleniyordum günlük tutmaya. Bir tane ajanda buluyordum kendime-nedense en kolay harcanabilen şey ajanda gibi geliyordu, hem evde hiç kullanılmamış 10 sene öncesinden kalan ajandalar olurdu-ajandayı açıyordum hangi tarihteysek o tarihten itibaren başlayarak günlüğümü yazmaya başlıyordum. O gün demek ki kimseye anlatamadığım, ve fakat ileride ben öldükten sonra okunduğunda okuyanı çok etkileyeceğini beklediğim bir olay, bir düşünüş, bir hissiyat, bir iç sıkıntısı veya bir ruh hali var bünyede. Oturup yazıyorum hadiseyi. Günlüğümün ilk sayfası. Sevgili Günlük, bugün ne oldu biliyor musun? tadında bir şeyler karalamaya başlıyorum. Ekseriyetle yazmaya başladıktan hemen sonra yazacağımdan vazgeçiyorum. Ne saçmalıyosun liseli genç kız gibi, kalem ağzında yatağa uzanmış, dizler kırık vaziyette günlük mü yazacaksın? Hava güzel çık dışarıya oyna. Deyip çıkıp dışarıya oynuyorum. Bu günlük yazma ihtiyacı çok sık olan bir şey değildi. Üst üste iki gün dahi sürdürebildiğim hiçbir günlüğüm olmadı.

Herneyse, blog olayı farklı. Günlük ve blog aynı şey değil. En azından benim açımdan. Aynı şeymiş gibi kullananlar olabilir. Kimse kendi blogum ekşi de demez ayrıca. Gönül isterdi ki, bir müzisyen olayım veya bir sanatçı, animatör, ekstra bir yeteneğim olsun, beste yapiim, şiir yaziim, söylediğim şarkıları yayınlayayım youtube'dan, buraya link'ler vereyim, en azından photoshop'la resim modifiye etmekten anlasam burayı dolduracak çok nefis deviant art'ımsı oluşumlar sergilerdim.

Fakat, hayat kısa sanat uzun. Benim sanata ayıracak hiç boş vaktim olmadı. Bir dönem sanatın toplum için olduğunu düşündüm. Sonra sanat sanat içindir diye düşünmeye başladım. Eğer sanat gerçekten sanat içinse o zaman sana söylemek istediğim en güzel söz henüz söylememiş olduğumdur sözü anlam kazanıyor. Birisine söyleyeceğimizi bildiğimiz, o kişinin beğenisi kaygısını taşıyan sözler olunca...bence, sözü söyleyen açısından anlamını yitiriyor. Beğeni kaygısı herşeyi bozuyor çünkü. Hayatta gerçek güzelliklerin ortaya çıkmamasının tek nedeni bu rating kaygısı bence. Hollywood bu yüzden ortalama beğeniye hitap eden filmlere bütçe ayırıyor, bu yüzden Hollywood'dan çıkan hiçbir film bizi şaşırtmayı başaramıyor. Bu yüzden bağımsız filmler insanı çok daha derinden etkiliyor. Yine bu yüzden popüler olan herşey ağzımızda keçiboynuzu gibi belli belirsiz bir tat bırakıyor. Bu yüzden popüler tatil mekanlarına gittiğimizde kendimizi Turist Ömer gibi hissediyoruz. Yabancılaşmamızın sebebi bu belki de. Üretim süreci ölçek ekonomisi denen naneye bu kadar önem verdiği müddetçe bizi tam kalbimizden veya tam beynimizden yakalayan herhangi bir ürün üretilmesi mümkün değil. Her ürün ortalama beğeninin, standart dağılımın, average mean'in, medianın esiri oluyor.

Nescafe üçü bir arada poşetleri gibi. Nescafe benim adıma kremayı, kahveyi ve şekeri karıştırmış. Benim adıma altın oranı bulmuş. Utanmadan piyasada bu ürünü satıyor. Belki ben kahveyi şekersiz içiyorum. Ama yok. Şekerli içmek zorundayım. Üstelik Nescafe'deki görevli ürün müdürünün veya gıda mühendisi her ne skimse o kişinin damak tadına uygun miktarda şekerli olarak içmek zorundayım. Niye? Gerekçesi de hazır. 1000 kişide lezzet testi uyguladık. Deneklerden 9900 küsür tanesi +/-99% güven aralığında (confidence interval) bu tadı tercih etti. Peki benim gibi o normıl distribüşın'ın uç noktalarına düşenler naapsın? (tails?) Neyse, Allahtan Starbucks var. Buzlu, decaffeinated, soya sütlü, triple espresso shot, no-cream, raspberry şuruplu grande Mocha Frappuchino içebiliyoruz. Starbucks'ın da allah 1000 türlü belasını versin. Veya vazgeçtim kaç çeşit türlü kahve üretiyorlarsa o kadar türde belasını versin.

İki ayrı uçta iki ayrı firma. Biri sizin yerinize sizin zevkinize uygun kahve karışımı satıyor. Diğerinde ise milyon değişik kombinasyon var, hangisini seçeyim diye insanlar kasada arpacı kumrusu gibi düşünmeye başlıyor. Paradox of Choice. Yaptığın her seçimin bir fırsat maliyeti var. Ve insan yaptığı seçimlerin fırsat maliyetlerini düşünmekten yaptığı seçimin keyfini çıkaramaz hale geliyor. Bu Paradox of Choice konusu, yani more choices mean more freedom, more freedom means more welfare, so more choices mean more welfare çıkarımının da artık geçerliliği sorgulanan bir konu. Başka bir zaman belki değinirim.

Nescafe ürün müdürlerine benim bu anlamda bir önerim olacak. Profesör Zihni Sinir gibi bir icat. Bir tane poşet düşünelim Nescafe üçü bir arada modeli. Yine konulan şeker, krema, kahve miktarı aynı olsun poşette. Ama poşet üç ayrı bölümden oluşsun. İsteyen hepsini döksün fincana isteyen şekerini az koysun, kremasını çok koysun veya kahvesini azaltsın. Miktar aynı miktar fakat sunum farklı. Belki de bunun patentini almalıyım. Belki de zaten yapılmıştır. İnternette aklıma gelen hangi fikri araştırdıysam bundan yüzyıllarca önce yapılmış olduğunu keşfediyorum. Geçenlerde dedim ki, şöyle bir ürün olsa mesela hem yürüsek hem müzik dinlesek. Aha walkman dememe kalmadı oha ipod dedim. Adamlar yapmış. He he! Durum bu kadar vahim değil. Ama gerçekten, bu gökyüzü altında söylenecek ne kadar söz varsa söylenmiş, düşünülecek ne kadar fikir varsa düşünülmüş, çekilecek ne kadar senaryo varsa filmi çekilmiş, gösterime girmiş ve hatta çok sevilmiş ikincisi üçüncüsü çekilmiş. Bize yaratacak ne kaldı? Diye düşünüp karamsar olursak işte o annnn...ben yaşayamam. İşte bu sözler de benim sözlerim değil Rafet El Roman'ın sözleri. Tabii onun da sözleri değil o da bir yerden alıyor bunları, götünden uyduruyor değil. Götünden uyduruyor olsaydı yazdığı sözler şuna benzerdi: zaaart, zoooart....zoo art? WTF? Bir yerlerde okumuştum, yaratmak ve kopyalamakla ilgili. Önemli olan nereden aldığın değil nereye götürdüğün müydü? Neydi? Yani kopyalamakta sıkıntı yok da sıkıntı yeni bir şeyler yaratmakta mı demek? Gaugin de "Art is either plagiarism or revolution" diyor. Yani sanatta yaptığın ya çalıntıdır ya da bir devrimdir. Rafet El Roman'a devrimci mi diyeceğiz hırsız mı?

Şimdi bu Rafet El Roman'ın genizden gelen bir aksanı ve komik telaffuzu, ayrıca ve bence ayıca sürdürdüğü Almancı naifliği, şarkıcı duygusallığı, kafaya geçirdiği emmi şapkası ve muşmula suratı bu kişiyi milyonların sevgilisi yapmaya yetiyor ve artıyorsa. Artık sanat sanat için midir? Yoksa a.k. sanat toplum için midir? Sorularını üretmemizin manası var mı? Neyi tartışıyoruz biz? Ben? Neyi tartışıyorum? Manyak mıyım lan bana ne Rafet El Roman'dan.

Bir zamanlar bir belediye başkanımızın bir heykel için ben böyle sanatın içine tüküreyim demişti. Haklıydı haksızdı tartışılır. Hatta tartışıldı da bu konu. Ve bir çözüme ulaşmadı. Kimileri haklıydı dedi. Kimileri haksızdı, sanattan anlamayan cahil, öküz, ortaçağ soytarısı, dingil gibi tabirler kullananlar oldu. Bu ve buna benzer tabirlerin bir kısmını ben de kullanmıştım. Fakat adamın halet-i ruhiyesini anlamak mümkün. Yani halet-i ruhiye kelimesini anlamak pek mümkün değil belki ama bir kişinin bir sanat eserini, bir ressamın tablosunu, bir heykeltraşın heykelini, bir berberin traşını eleştirirken kırıcı tabirler kullanmasını anlamak mümkün. O anlamda bazen ben de bazı sanatçılar için (çevreleri ve kendileri kendilerini böyle sınıflandırdığı için sanatçı diyoruz, aslında bu kadar ucuz değil sanatçı olmak) senin yaptığın sanatın içine tüküreyim, hatta üzerine oturup kakamı yapayım diyebiliyorum. Bir ses sanatçısı için bu söylediğim, senin ağzına sıçayım manasına geliyor olabilir. Ve gelsin de isterim esasen. Kimsenin benim bulunduğum ve kulak tıkacımın olmadığı ortamlarda çatlak sesi ve gerzek yorumuyla kulak zarımın kızlığını bozmaya hakkı olmamalıdır diye düşünüyorum. Ve hatta bir genelleme yaparsam, Türk halkının müzik zevkine gerçekten sıçmam gerekir.

Zevkler ve renkler tartışılmaz kisvesi altında yıllardır çektiğim cefanın haddi hesabı kalmadı. Tarihten kareler dün gibi aklımda, çarşı pazar gezerken bağırtılan türküler, sonuna kadar açılmış kolonlardan gelen oyun havaları, otobüs ve minibüs yolculuklarında, kanal değiştirmek için dahi yorgun argın koltuğa oturduğunda her nasılsa tv'da takılı kalan televolelerde, gökyüzünü kaplayan radyo sinyallerinin %95'inde, zorunlu olarak götürüldüğüm fasıl yemeklerinde, müziğe müdahale etme olanağımızın bulunmadığı ev partilerinde, bağda, bahçede, plajda, camide, kışlada, hayvanat bahçesinde, kapat şunu diye uyarmamıza rağmen inatla sesini açan komşuda, iş arkadaşında, arabada, caddede, mağazada şurada burada....Her yerde beynimizi sken anlamsız müzikler.

Neyse güzel güzel günlük yazarken sinirlenmenin anlamı yok. Ama gerçek de bu. Müzik ancak sessizlikten güzelse çalınmalı bence. Kimsenin sessizliğin güzelliğini bozmaya hakkı olmamalı. Enjoy the silence, diyerek bu yazımı noktalıyorum. Yazı bitti. Samimi söylüyorum. Okumaya devam eden açık ve net söylüyorum salaktır. Şimdi interaktif yazı yazıyorum ya, ne desem yine de okuyacaksın di mi? Bu kadar da şahsiyetsiz bir insan görmedim. Kardeşim yazı bitti diyorum. Yalan borcum mu var sana? Bitti. Bak bundan sonra ağır konuşacağım en iyisi mi sen paşa paşa uza bakiim. Yapma canım, yapma arkadaşım.