30 Oca 2007

Bir Film: The Weather Man


Plot Outline: A Chicago weather man (Cage), separated from his wife and children, debates whether professional and personal success are mutually exclusive


A memorable quote from the film:




"Dave Spritz: I remember once imagining what my life would be like, what I'd be like. I pictured having all these qualities, strong positive qualities that people could pick up on from across the room. But as time passed, few ever became any qualities that I actually had. And all the possibilities I faced and the sorts of people I could be, all of them got reduced every year to fewer and fewer. Until finally they got reduced to one, to who I am. And that's who I am, the weather man."

Bir Böcek: Uğurböceği

En sevdiğim hayvanlardan birisi uğurböceği. En sevdiğim spiker ise Uğur Dündar. Uğur Dündar, dindar bir adam değil. Uğurböceği ise uğurlu bir hayvan. Uğurböceğini diğer böceklerden farklı kılan şeylerden biri nadir bir böcek olması. Asil Nadir gibi. Nadir bulunan hayvanlar kıymetli oluyor. Mavi gözlü su kangurusu veya panda gibi. Mavi gözlü su kangurusu diye bir hayvan yok. Elbetteki g.tümden uydurduğum bir canlı bu. Ama eğer böyle bir hayvan olsaydı, paha biçilemez bir hayvan olurdu. Belki de müzayede açık artırmayla satılırdı. O zaman paha biçilebilirdi. Ama şu an olmadığına göre tartışmanın manası yok.

Uğurböceklerini karafatmalardan ayırmanın bir kaç basit yolu var. Bunlardan birincisi Uğur böcekleri erkektir, kara fatmalar dişidir. Adı üstünde Uğur ve Fatma. Yin ve Yang gibi. Uğurböceğinden daha şık bir hayvan nazar böceği olabilirdi. Ancak, ben bugüne kadar böcek familyasında nazar böceği diye bir mahlukata ben rastlamadım. Masmavi üzeri beyaz puantiyeli bir böcek olsaydı adını nazar böceği koyardık. Uğurböceğini karafatmadan ayırmanın bir diğer yöntemi ise renkleri. Karafatmalar yine adı üstünde kara renklidir, uğurböcekleri ise kırmızı background üzerine siyah puanlıdır. Üçüncü ve en önemli fark ise karafatmalar uçamaz. Uğurböcekleri ise uçabilir, ancak ziyadesiyle ısrar etmek gerekir uçurtmak için. Uğurböceğine annesinin gıyabında birtakım sözler, vaatler verirseniz ve bu arada parmağınızın ucuyla kıçından dürterseniz bir müddet sonra "Eehh, yeter be" diyerek havalanacaktır. Karafatma ise tabiatı gereği yerde yaşamaya mahkumdur. Kadersiz bir hayvandır.

Bu hayvanlara İngilizler Lady beetles, Amerikalılar lady bugs diyorlar. Hanım hanımcık bir hayvan olduğundan olsa gerek. Güzel böcektir vesselam. Güzeldir, böcektir ve selam.

Hepimiz Ufoyuz, Hepimiz Türküz

Özge Özsağman'la geceye bakış, programında böyle suni bir gündem yaratmışlar. Anlamadığım, Özge Özsağman hanımefendiyle geceye bakınca ufolar mı görünüyor? Nerenizle bakıyorsunuz geceye acaba? Teleskopla mı yoksa götünüzle mi? Ufolar Türk mü sorusundan önce ufolar var mı sorusunun yanıtını araştırsanız, ufoların menşei tartışmasına sonra girseniz olmaz mı? Ufoları bilmiyorum ama medya maymunlarının çoğunluğu Türklerden oluşuyor.

Leonardo'nun Makineleri:Basmalı Sokak Duş Sistemi


Kullanılacak malzemeler: Bir adet 5 litrelik su damacanası, bir adet basmalı su pompası, bir adet duş hortumu, iki adet denyo.

29 Oca 2007

What is Blog?

What is matrix ulan? gibi bir başlık oldu bu da. Blogun Türkçesi günce. Veya günlük. Günlük köy yumurtası gibi bir şeydir blog. Blog hayatımızla ilgili parçaları, düşüncelerimizi, duygularımızı, doğrularımızı, yanlışlarımızı diğer insanlarla paylaşma ihtiyacından doğmuştur, diyebilir miyiz? İhtiyaç mı blogu yarattı? Yoksa blog mu bu ihtiyacı ortaya çıkardı? Yoksa her ikisi de birden mi? Bence her ikisi de birden. Misal beni ele alalım, blogger gibi bir fasilite olmasaydı hayatta internete girip web sitesi yaratıp, millete dert anlatacak bir insan değilim. Yapı gereği acayip üşengecim. Üşengeç burcuyum sanki anasını satiim. Biri dese ki al şu kalemi şuradan al şuraya koy, kılımı kıpırdatmam. Aha işte ben bile oturdum burada blog parçalıyorum. Çok büyük kolaylık bu. Sağolasın blogger ve sağolasın Google. Arabamın taksidini sanki google ödüyormuş, sanki blogger evime ekmek getiriyormuş gibi bu firmaların reklamını yapıyorum. Fakat ne bir kuruş reklam gelirim var, ne de şimdiye kadar blogumu okuyan bir insan var. Belki de vardır ama yorum filan yazılmadığına göre; a) ya kimse okumuyor, b) okuyanlar okuduklarını beğenmiyor, c) okuyanlar okuduklarını anlamıyor, d) okuyup beğenenler benim gibi üşengeç olduklarından zahmet edip, kıçlarını kıpırdatıp yorum yazmaya tenezzül etmiyor...Başka bir olasılık kaldı mı? Şu olasılık kaldı, açıkçası ben de dönüp bakmıyorum kimse yorum yazmış mı? Yazmamış mı? Artı, şimdilik ilgilenmiyorum insanların yorumuyla. Bence yorum insanı bozabilir.

Ayşe Arman'ın bir kitabı vardı zamanında "kimse okumazsa ben okurum" diye. Benim blog da biraz öyle. Gerçi "kimse okumazsa ben okurum" söylemli bir kitabın ilk baskısının 10.000 adet (atıyorum tabii) olmasının mantığı nedir? Hani şunu anlarım, kendine güvenip dolma pişirirsin, kimse yemezse oturur ben yerim dersin. Veya walkman takarsın kulağına (kulağa nasıl takılıyorsa artık) kimse dinlemezse ben dinlerim müziğimi dersin, rahatsız etmezsin milleti. Ama kimsenin okumayacağı bir kitabı niye o kadar sayıda bastırır insan? Demek ki az çok bir beklenti var. Neyse, orta yaş bunalımına girmiş, aseksüel bir seks manyağının psikopatolojisini irdelemekten yapacak daha iyi bir şey bulabilirim herhalde. İşe yarayacağını bilsem ben de dekolte poz vericem, blogum daha fazla okunsun diye ama insanları hepten kaçırırım diye endişeleniyorum.

Defter-i Kabir

Amerika'da John isimli bir rahmetlinin mezar taşı

JOHN,

FREE YOUR BODY AND SOUL
UNFOLD YOUR POWERFUL WINGS
CLIMB UP THE HIGHEST MOUNTAINS
KICK YOUR FEET UP IN THE AIR
YOU MAY NOW LIVE FOREVER
OR RETURN TO THIS EARTH
UNLESS YOU FEEL GOOD WHERE YOU ARE
MISSED BY YOUR FRIENDS

Arkadaşları John'u gerçekten çok seviyor olmalı...

26 Oca 2007

Absolut Beauty

Çirkin kadın yoktur az votka vardır.

25 Oca 2007

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hafız'ın Mezarı
Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış,
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış,
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde,
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin selviler altında yatan kabrinde,
Her seher bir gül açar,
Her gece bir bülbül öter.

Yahya Kemal Beyatlı
------------------------------------------------------------------------------------------------
Hafız: Khwajeh Shams al-Din Muhammad Hafez-e Shirazi (also spelled Hafiz) (خواجه شمس‌الدین محمد حافظ شیرازی in Persian) was an Persian mystic and poet. He was born sometime between the years 1310-1337 in Shiraz (Persia), Iran, son of a certain Baha-ud-Din.His lyrical poems, ghazals, are noted for their beauty and bring to fruition the love, mystical, and early Sufist themes that had long pervaded Persian poetry. His work is also notable for making frequent reference to astrology and displaying a knowledge of astronomy and the zodiac.
Şiraz: İran'da güzel bir şehir, eski sanat başkenti.
Asude: dingin
Buhurdan: bir nevi tütsülük.

RİNDLERİN HAYATI



RİNDLERİN HAYATI
Bazen kader, gelen bora hâlinde zorludur ;
Dağlar nasıl bakarsa siyâh ufka öyle bak.
Ba'zan da cevreden nice bir âdem oğludur,
Görmek değil düşünmeğe bigâne kal! Bırak!

Dindâr adam tevekkülü, rikkatle, herkese
İsa'yı çarmıhında, uzaktan, hatırlatır.
Bir arslan esniyor gibi engin vakar ise
Rind'in belâya karşı kayıtsızlığındandır.
Yahya Kemal Beyatlı
-----------------------------------------------------------------------------------------------
bigâne: yabancı, ilgisiz
tevekkül:Herhangi bir işte elinden geleni yapıp daha sonrasını Allah'a bırakmak.
rikkat: incelik, naziklik

vakar: ağırbaşlılık

RİND

Mevlevihane

RİNDLERİN AKŞAMI
Dönülmez akşamın ufkundayız.
Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül
Yahya Kemal Beyatlı
------------------------------------------------------------------------------------------------
@'Rind, eski zamanın bilge kişisidir: Etrafa önem vermeksizin keyfince yaşayan, yarı filozof, yarı derviş, hoş görücü, medeni cesareti olan, telaşsız ve kaygısız insan örneğidir.[...]Rind, hayatın boşluğunu derinden hisseden, fakat yine de sükunetini bozmamaya çalışan, hiçlik duygusuna zevk ve neşe ile karşı koyan insandır. Rind kelimesi; aşk insanı, kendini bilmez, toplum dışı, asi, kalender, günübirlik yaşayan, dünyayı ve ölümden sonra yaşamı dert etmeyen, muhabbet insanı" anlamlarının tümünü içeren bir kelimedir.' @

Kul Nesimi

ben yitirdim ben ararım
yâr benimdir kime ne
gah giderim öz bağıma
gül dererim kime ne

gah giderim medreseye
ders okurum hak için
gah giderim meyhaneye
dem çekerim kime ne

sofular haram demişler
bu aşkın şarabına
ben daldırır ben içerim
günah benim kime ne

ben melâmet hırkasını
kendim giydim eğnime
ar ü namus şişesini
taşa çaldım kime ne

sofular secde ederler
mescidin mihrabına
yâr eşiği secdegâhım
yüz sürerim kime ne

gah çıkarım gökyüzüne
hükmederim kaf-be-kaf
gah inerim yeryüzüne
yâr severim kime ne

kelp rakip böyle diyormuş
güzel sevmek pek günah
ben severim sevdiğimi
günah benim kime ne

nesimi'ye sordular ki
yârin ile hoş muşun
hoş olayım olmayayım
o yâr benim kime ne

(melamet hırkası giymek; iyi yönlerini gizleyerek, kötü huylarını ortaya koymak, kınanmayı ayıplanmayı göze almak; ayıplanarak kınanarak bu şekilde kibir ve gururunu öldürmeye çalışmak... her türlü şan şöhretten uzak durmak, şekilden arınmak, ondan geçip, olgunlaşmaya çalışmak...

24 Oca 2007

La Fontaine'den Masallar :)

Aslan senelik izne gidecekmiş, izne gitmeden önce ''Ne de olsa hareketlidir, ormanı dolaşıp gelince bana rapor verir.''diye düşünüp vekâletini Tavşan'a bırakmış...
Bunu tüm hayvanlara e-mail atıp bildirmiş : ''Tavşan vekilimdir, ona saygısızlık ederseniz geldiğimde hesabını sorarım'' diye yazmış... Tavşan ertesi gün, çalımla ormanda dolaşmaya başlamış. Bakmış, Kurt dereden su içiyor. Yanına yaklaşıp bir parmak atmış. Kurt öfkeyle geriye dönmüş, bakmış ki o Tavşan, mail aklına gelince lahavle çekip yürümüş...Tavşan biraz daha gitmiş, bakmış Fil ağaçtan meyve koparıp yiyor. Ona da yaklaşıp bir parmak da ona atmış.Fil ezmek üzere dönmüş bakmış ki o Tavşan, mail'i düşünüp vazgeçmiş... Biraz daha gitmiş bakmış ki, Ayı kovandan bal yiyor. Gidip bir parmak atmış. Ayı bir hışımla dönüp tavşanı yakalamış,bir güzel dövmüş, sonra da becerip bırakmış. Tavşan poposunu tutarak yürürken bir yandan da söyleniyormuş: "AYI OĞLU AYI, YİNE MAİL'LERİNE BAKMAMIŞ".

11:05

Anı yakalamaya çalışmak çok önemli. Demin tam yakalamaya çalışıyordum ki kaçtı. Kaçtı? 11:05. Aha işte ben bu satırları yazarken saat 11:06 oldu. Hayat bir su gibi akıp gidiyor. Neden suyu hayata değil de hayatı suya benzetiyoruz. Hayat bir su gibi akıp gidiyor da neden su hayat gibi akıp gitmiyor? Aslında suyun akıp gittiği yok. Önümüzden geçen su bizim için akıp giden su'dur belki. Ama, o su aslında hiç bir yere gitmiyor. Su orada. Nereyi referans aldığınızla ilintili bu konu. Su, atom molekülleriyle orada, dünyada, kainatta bir yerde. Dünya dönüyor, yerçekimi var şu var bu var. Sadece bizim algımız suyun gittiğini düşündürüyor. Eğer hafızamız olmasaydı su gidiyor diyebilir miydik. Çünkü baktık suyu önümüzde algıladık, tekrar baktık su önümüzden geçip gitmiş. Anaa, su akıp gidiyor diyebildik. Oysa ki, bizim algımız akıp giden şey. Zamanın da hayatın da akıp gittiği yok. Her şey yerli yerinde duruyor. Algılarımız ve belleğimiz herşeyi çarpıtıyor. Aslında hepimiz ve herşey birbiriyle bağlantılı. Aramızda sadece boşluk var. Çok fazla boşluk...ve şu an saat 11:11, çok güzel!

22 Oca 2007

Pisi Pisi Gel Türbana Gel




Türbana Hayır!

The Monk Who Has Never Had A Ferrari



Gerçekten önemli bir noktaya parmak basmış olduğunu söylemem lazım.

19 Oca 2007

Şehir Magandaları Yine İş Başında



Medyanın atmayı çok sevdiği manşetlerden biridir bu. Antalya'da gündüz vakti şehir magandaları sopa ve levyelerle birbirine girer: Şehir Magandaları iş başında. Düğün dernek olur havaya ateş sıkarlar: Şehir Eşkiyaları Bolu'da ortalığı birbirine kattı. Ne kadar enteresan adam varsa Türkiye'de bu şehir magandaları arasından çıkar. Mesela alkollü şekilde araba kullanırlar sonra aracın camını açarlar tüm şehir adeta müstakil poligonlarıymış gibi rastgele sağa sola ateş açarlar. Yapılan çay servisini beğenmezler, çaycıyı döve döve komaya sokarlar, bununla yetinmezler kahvehanenin tüm camlarını kırarlar, müşterilerin tamamına hakaret ederler. Gözünüzün içine baka baka sokağın ortasına tükürürler. Örneğin otoyollarda normal şeritler biz sıradan vatandaşlar için yapılmıştır, emniyet şeridi ise şehir magandaları için tahsis edilmiştir, çoğu kişi bunu bilmez mesela. Tramvay için sokağa konulan mobilyalara oturmak yerine kırarlar. Mesela yanlışlıkla bunlardan birinin evinin önüne aracınızı park ederseniz gelirler önce arabanızın sağını solunu göçertirler, sonra ağzınızı burnunuzu kırarlar. Şehir magandalarının adalet duyguları çok gelişmiştir, fakat adaleti sağlamayı kolluk güçlerine bırakmak yerine kısa yoldan kendileri halletmenin yollarını ararlar. Yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını tek elden yürütebilirler. Sağladıkları adaletin tarafsız, objektif ve hakkaniyet ölçüleri içinde olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Şehir magandaları adaleti kendi değer yargıları ölçüsünde sağladıktan sonra olay yerinden kaçarlar, daha sonra gözaltına alınılırlar, burada ifadeleri alınan magandalar mutlaka aynı gün veya en geç ertesi gün serbest bırakırlar. Çünkü sosyal hayattan uzak duramazlar. Kanımca, tüm şehir magandalarının bir şekilde bir araya toparlanıp, krematoryumda topluca imhası gerekir. Fakat Nazi Almanya'sında olmadığımız için veya ne yazık ki ben Tiran filan olmadığım için, bu son derece pratik çözümüm mümkün görünmüyor. Onun yerine birbirimize karşı saygılı davranalım, ortak yaşam alanlarının kullanımı konusuna özen gösterelim, trafik canavarı olmayalım, ormanları yakmayalım yakanları uyaralım, sokağa çöp atmayalım, çöp atanları uyaralım, bu vatan hepimizin...gibi beylik cümlelerle bu yazıyı sonuçlandıralım. Sokağa çöp atanı hele bir uyarmaya kalk da gör bakalım başına neler geliyor.

Paris Hilton



Paris'teki Hilton Oteli. Siz ne sanmıştınız? Sazanlara bak.

Geyşa



Şu geyşa kavramını her nedense bir türlü kafam basmıyor. Geyşa deyince çoğumuzun olduğu gibi benim de aklıma Japon Oruspusu geliyor. Fakat böyle söyleyince çevrenizde ne kadar insan varsa, sanki analarına küfretmişiz, sanki bacılarına sövmüşüz gibi "Bir dakika beyefendi, Geyşa'ya orospu dedirtmem, geyşa orospudan çok ötedir, orospu farklı geyşa farklı kavramlar birbirine karıştırmayalım lütfen" şeklinde savunmaya geçiyor. Geyşalar Türkiye'de bu kadar savunulduklarını, bu kadar el üstünde tutulduklarını bilselerdi herhalde topluca gelirler ve Adapazarı'nda bir Japon Kerhanesi açarlardı. Adapazarı İstanbul'a 217 km. Ankara'ya 236 km'de bir ilimiz. Ve bence eğer bir Japon Genelevi açılacaksa bu ya Adapazarı'nda veya Bolu'da olmalı. Çünkü Ankara bürokrat ve memur kenti. İstanbul da eğlence ve fuhuş kenti diyebiliriz. Çok fazla genellemek de istemiyorum, ama aşağı yukarı durum böyle.

Her neyse. Geyşa konusuna geri dönelim. Geyşa'yı para karşılığı seks hizmeti veren diğer emekçilerden ayıran şey nedir diye sorduğumuzda alacağımız cevaplar üç aşağı beş yukarı aynıdır. Geyşa oronspu değildir çünkü geyşalar şarkı söyler, çünkü geyşalar şiir okur, çünkü geyşalar çay servisi yapar, çünkü geyşalar şöyle narindir böyle eğitimlidir. Ona bakarsan, bizim çaycı İhsan da çay servisine çıktığında şarkı söylüyor, o zaman İhsan Abi de mi Geyşa? Anlamadım ki. Bir de bildiğim kadarıyla bunlara binlerce dolar veya yüzbinlerce yen para ödüyorsun karşılığında tek alabildiğin kurbağa kanı bir çin çayı ile mıyır mıyır söylenmiş bir japon şarkısıysa koyiim dötüne geyşanın çok afedersiniz. Burada namusuyla para karşılığı seks yapan geyşaları tenzih ederim.

Lion Hug

12 Oca 2007

Ebeveyn Banyosu

Ortak kullanım alanı diye ben buna derim.

11 Oca 2007

Türk Kahvesi


Gerekli malzemeler:
Su, kahve, şeker, ateş veya ısı, bakır cezve (bakır olması şart değil), porselen fincan, sabır, kahve pişirmeye istekli bir insan, çay kaşığı, biraz akıl, turnusol kağıdı (şaka len şaka, napıcan turnusol kağıdını ibiş?)
1-Kahveyi kaç kişi içecekse o kadar fincan su gerekir. Biz örneğimizde kahveyi tek kişi için yapacağımızdan bir fincan soğuk su alın. Cezveye koyun.
2-İyice dolu iki çay kaşığı kahveyi cezvedeki soğuk suyun üzerine koyun. (Bu aşamada karıştırmayın) Her kişi için iki çay kaşığı dolusu kahve koymamız gerekiyor. Veya bir çay kaşığı da olabilir, emin değilim. Ama dert değil, bir öyle yapın bir böyle hangisi hoşunuza giderse artık.
3-Ocağı açın, cezveyi kısık ateşin üzerine koyun.
4-Ateş ne kadar kısık olursa kahve o kadar lezzetli olur. (sallıyorum burada ama doğruluk payı da var). Tek bildiğimiz şu: Ateş ne kadar kısık olursa ısı da o kadar az olur, kahve de o kadar geç pişer. Isı sıfıra yakınsadıkça kahvenin ısısı oda sıcaklığına yaklaşır. Yine de kısık ateş, kahvemizin köpüklü olması açısından önemli.
5-Çok az karıştırın. Cezvenin üzerinde kalın bir kahve tabakası olacak şekilde yavaş yavaş karıştırmak gerekir.
6-Daha sonra kaynaması için bekleyin. Hafif taşmaya yakın köpüğün bir kısmını fincana aktarın. Daha sonra biraz daha kaynatıp kalan kahveyi de fincana dök...YAVAŞ...YAVAŞ...ün.
Şekerli kahvenin nasıl yapıldığını henüz öğrenebilmiş değilim. Bu aptalca tarif işinize yararsa onu da anlatırım bir ara. Aslında bence herkes sadece sade kahve içmeli. Sadelik açısından. Şimdilik bana müsade.

Sahil.mpg


Eusbio G. 'nin anısına (1930-1994)
ALEXAS:
Düşün:
bir denizci, gemisi batmış.
Yüzüyor ve varıyor sarp kıyıya.
Tırmanmalı şimdi, ama öyle ağır ki!
Tuz batıyor etine, kaslarına;
bulanık bir özlem duyuyor aşağıdaki suya,
onu dinlendirecek, taşıyacak geniş suya.
John Dryden
All for Love, V, I

10 Oca 2007

Atasözleri (Yersen)

-Dağ dağa kavuşmaz, üzüm üzüme baka baka kavuşur.
-Hatasız dul olmaz. (Orhan Gencebay)
-Bence sen de haksızsın. (Orhan Gencebay)
-Sev seni seveni hak ile yeksan ise, sevme seni sevmeyeni şerefsiz ise, ahlaksız ise, puşt ise.
-Bindim deveye taş bulamadım, kendime göre leş bulamadım.(İbrahim Tatlıvoice)
-Çirkin çoban yoktur az vatka vardır.
-O göte Kill Bill öte. (Quentin Tarantino)
-Çirkin kral yoktur güzel kral vardır (Yılmaz Güney)
-Bülbüle altın kafeste koymuşlar, ah diyebilmiş.
-Öküz ölür, badem gözlü olur.
-Kör öldü, ortaklık bozuldu.
-Tavşan dağa küsmüş, dağın da çok skindeydi sanki.
-Alet işler, viagra dövünür. (Pfizer Corp.)
-Kazanın doğurduğuna inanıyorsun da, Ankara'nın bir ilçesi olduğuna neden inanmıyorsun? Bre? (Nasreddin Hoca)
-Bu dahil, bütün genellemeler doğrudur. (Friedrich Nietzsche)
-İki tür insan daima açtır, biri bilimi arayan diğeri köfteyi arıyan (Cat Stevens)
-Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefis sigara gibi.
-Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu hiç uyumamaktır. Gözünü dört açmaktır.
-Murphy'nin altın kuralı: Açma mazlumun altını, sıçar aheste aheste.

Issız Bir Adada Yanıma Alacağım 3 Şey (1)


Lost dizisinin Kate'i nam-ı diğer "Freckles" ıssız bir adaya düşersem yanımda götüreceğim 3 şeyin başında geliyor. Bu tercihimin elbette nedenleri var. Ada tavşanı gibi sevimli olmasının yanı sıra elinden her iş geliyor. Mesela bir tarafınız kesildi ve dikiş atılması mı gerekiyor, Kate'im elinde iğne iplikle gelir ve değme cerrahlara taş çıkartıcasına keser, biçer ve diker. Üstelik bunu yaparken diğer hatunlar gibi mızmızlanmaz. Ayrıca, başka nedenleri de var: mesela çok güzel bakışlarının olması (sex), son derece sempatik bir gülüşünün oluşu (sex), bronz bir tene (sex), muhteşem dudaklara (sex), çıkık elmacık kemiklerine (sex, üreme, sex), çilli yanaklara (sempati, sex, sempati, sex), güzel endama, boya posa(sex,sex,sex,sex...sex machine) sahip olması gibi nedenler...şarkı dinliyodum da pardon...

8 Oca 2007

İlk Feministler

Yukarıdaki resimde Washington D.C.'de yapılan ilk Uluslararası Kadın Konvansiyonunu (ne demekse) görüyoruz. Soldan üçüncü ve resimde uzak ara en güzel kadın Susan B. Anthony. Suzan'ın solunda bulunan bayat sütlaç yemiş yüz ifadesine sahip teyzenin adı Martha, sağındaki at hırsızı suratlının adı Nina, onun sağında bulunan ve resmi çeken fotoğrafçıya hasta olduğu her halinden anlaşılan bayanın adı ise Amelia. Orta sıranın en sağında bulunan ve objektife bakmak yerine camdan dışarıdaki manzarayı seyretmeyi tercih eden gerizekalının adı Elizabeth Mary Junior II.

En alt sırada bulunan menopozun en ileri aşamasındaki nursuz teyzelerin isimleri ise sırasıyla Bertha, Cathrine, Zeta ve Jones. Jones'un yüzündeki "ne bakıyon ayı mı oynuyor?" ifadesi umarım resimden seçilebiliyordur. Çünkü bu ifade Feminizm tarihi açısından bir dönüm noktasını oluşturuyor. Bu konuya da yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde yer vermeyi umuyoruz. Sanmıyorum.

7 Oca 2007

What's The Feminism?


Kadınların özgürleşmesiyle ilgilenen sosyal teorilerin, siyasi hareketlerin ve ahlaki felsefelerin bütününe feminizm denir. Feministlerin büyük bir bölümü erkeklerin toplumda kayırılması neticesinde sosyal, siyasi ve ekonomik açıdan eşitsizliğin söz konusu olduğunu, bazıları ise "erkek" ve "kadın" şeklinde ayrımı yapılan cinsel kimliklerin sosyal oluşumlar olduğunu ifade etmektedir. Diğer bir deyişle "kadının adı yok." Oysaki günümüzde Ayşe, Arzu, Necla, Mihriban, Dürdane gibi isimlerin erkek adı olmadığı açık olmasına rağmen aklımıza "Kadının adı nası yok?" sorusu gelebilmektedir.
Bu sorunun cevabını feminizmle ilgili yazı dizimizde bulabilirsiniz. Bulamaya da bilirsiniz.

Vajina Monologları


Eve Ensler'in yazdığı tek kişilik oyunun adı. İlk taslağını 200 kadınla seks, ilişkiler, şiddet gibi konularda röportaj yapmak suretiyle 1996 yılında hazırlamış. Türkiye'de de sahneye konulmuştu oyun olarak.

Öte yandan, bir kadın kendi kendine konuşuyorsa bu duruma da "vajina monologu" diyoruz. Eğer iki kadın birbiriyle konuşuyorsa ve her ikisi de birbirinin ne söylediğini dinlemiyorsa veya birbirini dinliyor görünüp "hadi ya", "öyle mi ya", "diyosun", "allah allah", "haaa", "hıııı", "demek öyle", "aaa süper", "aa, çok iyi ya" gibi otomatik cevaplar veriyorlarsa bu durum "vajina monologları" olarak adlandırılır.

5 Oca 2007

Smoke On The Water


"we all came out to montreux
on the lake geneva shoreline
to make records with a mobile
we didn't have much time
frank zappa and the mothers
were at the best place around
but some stupid with a flare gun
burned the place to the ground
smoke on the water, fire in the sky"
Deep Purple (derin mor menekşeler) isimli grup, İsviçre'nin Montrö ilçesinde (bkz. Montrö anlaşması) bulunan bir Gazinoda (bkz. Kumarhane) verilecek Frank Zappa (ing. züppe)konserinin ardından Machine Head (Mekanik gafa) isimli albümün kaydına gireceklerdir. Ama enayinin birisinin konserde işaret fişiğini gökyüzü yerine tavana sıkması neticesinde mekan alev alır. Otel Cenevre gölünün (bkz. Lake Geneva) kıyısındadır. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz hesabı suyun üzerinde duman oluşur. Veya grup elemanları madem kayda giremiyoruz bari gidelim gölün üzerinde sigara içelim, suyun üzerinde duman tüttürelim hesabına girmiş de olabilirler. Konserinde yangın çıkması yetmiyormuş gibi, Frank Zappa'nın hayranlarından biri birkaç gün sonra İngiltere'de sahne aldığı bir esnada kendisini kalabalığa çekmek üzerine bacağına asılır ve Frank Zappa'nın ayağı kırılır. Rock tarihi bu tip kerizliklerle bu tip enayilerle doludur. Smoke on the water da allah için güzel şarkıdır. Montreux jazz festivali güzel festivaldir. Şarkının başında da efsanevi bir gitar riff vardır: "daat daat daat, daat daat da daat, daat daat daat, daat da daat" gibi. Böyle söyleyince olmuyo ama var öyle bişey.

My Current Feelings Right Now




"Got a problem with me? Solve it.. Think I'm tripping? Tie my shoes.. Can't stand me? Sit the f*ck down.. Can't face me? Turn the f*ck around.. :)) "